18 Nisan 2012 Çarşamba

Şampiyonların Kahvaltısı - Kurt Vonnegut


“Şampiyonların Kahvaltısı” , okul öncesi çağımda sayfalarını karaladığım ilk kitap(mış). Babamın kitaplığında duran bu kitabın içindeki ‘ilginç’ çizimler bana ilham vermiş olmalı ki kurşun kalemle bir güzel mahvetmişim bazı sayfaları. Yıllar sonra Tv’de yazarın başka bir romanından uyarlanan “Mezbaha no.5” filmini izleyince anımsamıştım bu kitabı (1). İzlediğim filmi hayal meyal hatırlıyorum ama beğenmiş olmalıyım ki o gün “Şampiyonların Kahvaltısı”nı okumaya başlamıştım.

Kurt Vonnegut, II. Dünya Savaşı'nda Avrupa'da askerlik yaparken Almanya'da savaş esiri olarak ele geçirilmiş ve Dresden şehrinin müttefik kuvvetler tarafından bombalanmasına şahit olmuş bir yazar. Yaşadığı bu sürecin izleri net bir biçimde “Mezbaha no.5” adlı romanında görülebiliyor. Vonnegut genellikle bilim-kurgu kategorisinde değerlendirilen bir yazar. Ancak –sevenleri bilir- yazarı bu şekilde kategorize etmek, bir bakıma eserlerindeki kara mizahı ve muhalif eleştirel tonu görmezden gelmek demek[2]. Öte yandan yazar bilim-kurgu türündeki ilk romanı “Otomatik Piyano” ile gayet olumlu eleştiriler almış zamanında. Sonraki metinlerinde de distopik tasavvurları görmek mümkün. Yazarın bilim-kurguya yaklaşımı ve eleştirel tonu kimilerince Ray Bradbury ve Stanislaw Lem ile karşılaştırılıyor. Ben ise söz konusu yazarların karanlık gelecek anlatılarını sevmekle beraber Vonnegut’un mizah duygusunu ve her daim bir miktar hüzünlü ‘mood’unu yeğlediğimi söyleyebilirim.

“Şampiyonların Kahvaltısı”nda Vonnegut'un diğer romanlarında da görülen kahramanı Kilgore Trout'un, delirmenin eşiğindeki bir araba satıcısı olan Dwayne Hoover'la karşılaşma öyküsü anlatılır. Yazar bu iki karakterin yaşadıklarını eğlenceli detaylarla süsler, metnin tamamını kendi yaptığı çizimler kat eder. Belki de metni bu denli orijinal yapan özelliği, rahat ve akıcı diliyle beraber, bu dili destekleyen minik çizimlerdir. Yaşıtlarımın çocukluğundan anımsayacağı ‘e’ yayınlarından çıkan bu kitabın (1974) formatını/boyutlarını da (19,5 x 11,5) neredeyse her zaman çantamda taşımak isteyeceğim kadar sevdiğimi, bazı argo sözcüklerin ‘naif’ karşılıklarının haricinde çevirisini de hiç fena bulmadığımı belirtmek isterim [3]. Son söz 2007 yılında aramızdan ayrılan Kurt Vonnegut’un :

“i wanted all things to seem to
make some sense,
so we could all be
happy, yes, instead
of tense. and i
made up lies, so
they all fit nice,
and i made this
sad world a
paradise.”

(A Man Without a Country, 2005)


[1] “Şampiyonların Kahvaltısı” da 1999 yılında Alan Rudolph tarafından sinemaya uyarlanmıştır. Filmde Kilgore Trout'u Albert Finney, Dwayne Hoover'ı ise Bruce Willis canlandırmıştır. Ancak filmin eleştirmen ve izleyicilerden geçer not alamadığını belirtmek gerek. (http://www.imdb.com/title/tt0120618/)

[2] Vonnegut’a dair daha detaylı bilgi edinmek isteyenler için : http://www.vonnegut.com/

[3] Kitabın Türkçe yayın hakları (artık) Dost Kitabevi Yayınlarına aittir.


17 Nisan 2012 Salı

Kılavuz - Bilge Karasu




Bilge Karasu’nun üslubu ve tematik evrenini bir çırpıda açıklamak oldukça güçtür. Dile olan hakimiyeti imzasıdır neredeyse, Karasu’ya ait bir metni altında ismi yazılı olmadan da tanımak mümkündür. Dili belli bir ritm duygusuyla ele alır, ince ince işler sayfalar boyunca. Dolayısıyla bir Karasu metni okumak, tedavülden kalktığını sandığımız ya da belki de hiç duymadığımız sözcüklerle buluşturur bizi. İnanç ve inancın sekteye uğraması, tutku, korku ve ölüm yazarın başat temaları arasındadır. Okuyucuyu bilinçaltına ittikleriyle yüzleştirir sıklıkla, gündelik yaşantının gerçekliğinden kopmaz ama kendine has fantastiğe kayan anlatılar kurgular. Benim de (sanırım pek çok okur gibi) Karasu’nun dünyasını keşfetmem ‘Troya’da Ölüm Vardı’ kitabıyla olmuştu. Söz konusu Bilge Karasu olduğunda gerisi kendiliğinden geliyordu zaten : ‘Göçmüş Kediler Bahçesi’, ‘Gece’, ‘Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı’…Burada bahsetmek istediğim ise, tüm eserleriyle organik bağları bulunan, ortak temaları paylaşan fakat tuhaf bir biçimde diğerlerinden bambaşka bir yerde duran ‘Kılavuz’ adlı romanı.

Kılavuz, Uğur adlı bir gencin, bir tatil kasabasında geçirdiği 15 günlük süreyi anlatmaktadır. Gazetede, yaşlı bir adama refakatçi arandığını bildiren bir ilana cevap veren Uğur işe kabul edilir. Kitabın birinci bölümünde Uğur’un gazeteye ilan veren, yaşlı adam’ın akrabası Yılmaz Bey’in evinde geçirdiği ilk gün anlatılır. İkinci ve üçüncü bölümde ise Uğur’un refakatçi olarak gittiği evde geçirdiği son 3 gün anlatılır[1]. Metinde şaşırtıcı olan yazarın favori temalarını farklı bir formatta, neredeyse fantastik, polisiye ve gotik roman geleneğini modernize ederek ve bu ‘tür’leri harmanlayarak ele almasıdır. Roman boyunca okuyucunun gerçeklikle bağları umulmadık anlarda zayıflar, ana karakterin başından geçenler muğlaklaşır.

Bu belirsizlik hissini belli başlı bazı motiflerle pekiştirir yazar. Örneğin evin kedisi Gümüş, Uğur’un gözünde evin akıl sır ermez varlığıdır. Kapılar, pencereler kapalı olduğu halde eve girip çıkan kedi tek tekinsiz motif değildir şüphesiz, Yılmaz Bey’in elini sağ cebinden hiç çıkarmaması, Uğur’un çekmecedeki notlarının yer değiştirmesi ve videokasetin yok olması gibi pek çok gerçeklik duygusunu bulandıran detay mevcuttur metinde [2]. Karakterlerin duyguları ve eylemleri uyku ile uyanıklık arasında bir çizgide salınır ve okuyucuyu da bu rüya/karabasan’a çeker.

Romanın burada görsellerini paylaştığım baskısından da söz etmek gerekiyor. Remzi Kitabevi’nin 90’lı yıllarda Murathan Mungan’ın seçtiği kitapları yayımladığı Çilek Serisi pek çok kitapseverin hala unutmadığı, son derece orijinal ve ilginç metinler basan bir seriydi[3]. Türk okuyucusu bu seri sayesinde John Cheever, Carson McCullers, Patricia Highsmith ve Armistead Maupin gibi yazarlarla tanışmıştı. Kendi adıma son derece okunaklı bulduğum, gözleri yormayan bir yazı karakterinin kullanıldığı bu kitaplar, sade tasarımıyla da dikkat çekiyor. Karasu’nun ‘Kılavuz’u ise serinin ilk kitabı ve bu seçkiye başlamak için doğru bir seçim…Bilge Karasu’yu bilen/bilmeyen herkese önerebileceğim, son derece şaşırtıcı bir metin ‘Kılavuz’…


[1] Moran, Berna. (2007). Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış 3 – Sevgi Soysal’dan Bilge Karasu’ya. (12. baskı). İstanbul : İletişim Yayınları, s. 119.

[2] A.g.e. s. 121-122.

[3] Murathan Mungan takip ettiğim bir yazar değil. Ancak Çilek serisinden yıllar sonra Metis Yayınları için hazırladığı öykü seçkilerini (özellikle ‘Çocuklar ve Büyükleri’ başlıklı olanı) şiddetle tavsiye ederim. (http://www.metiskitap.com/Metis/Catalog/Book/4862)

16 Nisan 2012 Pazartesi

Yanık Saraylar - Sevim Burak








Sevim Burak ile ilk tanışmam lise yıllarımda olmuştu. Yazarın ilk kez 1960'larda okuyucuyla buluşan, benim Adam Yayınları'nın yeni baskılarıyla keşfettiğim metinleri 90'lı yıllarda Nisan Yayınları'nın Sevim Burak dizisiyle bambaşka bir çehre kazanmıştı. Ciltlerinin sağlam olmayışı, zaman içinde darmadağın oluşu bu baskıların eksi hanesine yazılabilecek bir özellikti. Öte yandan bu dizinin kitap tasarımcısı Bülent Erkmen de metne 'fazla' müdahale eden tipografik tercihleriyle sert eleştiriler almıştı (1). Kendi adıma Erkmen'in tasarımının beni fazlaca rahatsız etmediğini, hatta bazı noktalarda Burak'ın bilinç akışını, sayıklamalarını ve vurgularını pekiştiren bir tercih olduğunu söyleyebilirim. Neredeyse pocket boyutları (15,5 x 11,5), kapakta kullanılan pastel tonlar, iç kapakta yer alan kumaş desenleri ve belki de en önemlisi kullanılan yazı karakteri (New Baskerville) bu dizinin artı hanesine yazabileceğim özellikler. Çağdaş Türk Edebiyatının en şahsına münhasır isimlerinden olan Sevim Burak'ı tanımak/yeniden okumak için bu dizinin ideal olduğunu düşünüyorum. Birkaç yıldır YKY basıyor Burak'ın metinlerini. Ancak tahmin edebileceğiniz üzere bu metinleri çirkin gri sayfalarda ve alelade bir tasarımla okumak pek keyif vermiyor. Önerim Adam Yayınları ya da bulabilirseniz Nisan Yayınları edisyonlarını edinmeniz...


(1) "1993'te Nisan Yayınları Sevim Burak'ın bütün eserlerini Bülent Erkmen'in düzenlemesiyle yayımlamaya başlayınca, Sevim Burak'taki anlam-biçim ilişkisi gündeme geldi. Bülent Erkmen'in düzenlemesi Sevim Burak metinlerinin öenmli bir özelliği olan satırların alt alta kaymalarını, kırılmaları, büyük harf kullanımını ortadan kaldıran bir "grafik yorum"du. Memet Fuat, Enis Batur gibi yazar ve eleştirmenler tasarımcının bu yorumunu, müdahaleye vardığını söyleyerek eleştirdiler..." (Güngörmüş, Nilüfer. (2003). A'dan Z'ye Sevim Burak. YKY : S. 36)



Başlarken...

Herkesin hayatının farklı dönemlerinde, farklı biçimlerde etkisi altında kaldığı kitaplar mevcuttur. Bu kitapları sevdiklerimize önerir (çoğunlukla olumlu geri dönüşler olmayacağını bile bile, kitap hakkındaki duygularınızla başbaşa kalma pahasına), bazen de hiç düşünmeden ödünç veririz (bu şekilde 'geri dönüş' beklemek çoğunlukla fazla iyimser bir tutumdur)... Ben de bu fikirden yola çıkarak dijital ortamda sabitlemek istedim "sevdiğim" kitapları...Burada paylaşmak istediğim kitapları iki farklı kritere göre belirledim. Bazıları metin olarak beni sarsan/etkileyen, bende iz bırakan örnekler. Zaman içerisinde dönüp tekrar okuma ihtiyacı duyduğum ve dürüst olmak gerekirse kıskandığım kitaplar...Bazıları ise artık baskısı olmayan, yayınevleri kapatılan ve gerek tipografisi gerek kapak tasarımlarıyla fetişleştirdiğim, kitaplığımın en kıymetli parçaları...Bazıları da her iki özelliği bünyesinde barındıran kitaplar...Amacım biraz da bu kitapları bilmeyenlere duyurmak, mümkünse biraz iştah açıp, merak uyandırmak...Bu merakı kamçılamak için de söz konusu metinlere dair kaleme alınmış yazılardan alıntıları burada paylaşacağım...İyi okumalar...